İngilizce Yazmak Konuşmayı Geliştirir mi? Bir Siyaset Bilimcisinin Güç ve Dil Üzerine Düşünceleri
Toplumsal düzenin ve iktidar ilişkilerinin merkezinde dil vardır. Bir siyaset bilimcinin gözünden bakıldığında, dil sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda iktidarın yeniden üretildiği bir alandır. İngilizce yazmak, küresel siyasetin egemen dilinde düşünmek demektir; dolayısıyla bu eylem yalnızca bireysel gelişimle değil, aynı zamanda kimliğin, vatandaşlığın ve ideolojinin dönüşümüyle de ilgilidir.
Dil ve İktidar: Yazının Politik Derinliği
Michel Foucault’nun sözleriyle, “bilgi, iktidarın aracıdır.” İngilizce yazmak, küresel hegemonik düzenin diliyle düşünmeyi öğrenmektir. İngilizce, sadece bir dil değil, bir ideolojidir. Bu dilde yazmak, bireyi ulusal sınırların ötesine taşır; ancak aynı zamanda onu küresel sistemin kodlarına boyun eğmeye de zorlar. Bir metin kaleme alırken seçtiğimiz kelimeler, aslında hangi dünyaya ait olduğumuzu ve hangi güç ilişkilerini içselleştirdiğimizi gösterir.
Buradan hareketle şu soruyu sormak gerekmez mi? İngilizce yazmak bizi özgürleştirir mi, yoksa küresel dil düzeninin bir parçası haline mi getirir?
Kurumlar, Vatandaşlık ve Küresel Kimlik
Modern devletin vatandaşlık tanımı, uzun süre ulusal kimlik ve yerel dille şekillendi. Ancak bugün, dijitalleşen kurumlar ve uluslararası ağlar, İngilizceyi yeni bir vatandaşlık dili haline getiriyor. İngilizce yazmak, bu bağlamda yalnızca konuşma becerisini geliştirmez; aynı zamanda bireyi küresel kamusal alana dâhil eder. Bir blog yazısı, bir e-posta ya da akademik makale… Hepsi modern bireyin kamusal katılım biçimleridir. Bu noktada, İngilizce yazma pratiği bir tür politik eylem halini alır.
Ancak burada dikkat çekici bir paradoks vardır: İngilizce yazmak, iletişim alanlarını genişletirken, aynı zamanda diğer dillerin ve kültürlerin görünürlüğünü azaltır. Bu durum, siyaset biliminin temel tartışma alanlarından biri olan dilsel hegemonya kavramını gündeme getirir.
Erkek ve Kadın Perspektiflerinin Kesişimi
İktidar ilişkilerinin cinsiyet boyutu göz ardı edilemez. Erkek egemen söylem, dili stratejik ve araçsal bir güç aracı olarak görür. Bu perspektife göre İngilizce yazmak, bireyin küresel rekabet ortamında güç kazanma çabasıdır. Akademik yazında, diplomatik dille yazılmış bir makale, bireyin “enternasyonal itibarını” artırır.
Oysa kadın bakış açısı, yazıyı bir güç mücadelesinden çok bir iletişim, dayanışma ve katılım alanı olarak görür. Kadınlar için İngilizce yazmak, farklı kültürlerle köprü kurmanın, sesini duyurmanın ve ortak bir toplumsal bilinç yaratmanın aracıdır. Bu iki perspektif birleştiğinde, İngilizce yazmak sadece konuşmayı değil, düşünceyi, kimliği ve toplumsal etkileşimi de dönüştürür.
İdeoloji ve Yazının Dönüştürücü Gücü
Yazmak, düşüncenin somutlaştığı andır. İngilizce yazmak ise düşünceyi evrenselleştirmeye çalışırken yerel kimliği yeniden tanımlar. Bu süreçte birey, hem kendi ideolojik sınırlarını fark eder hem de yeni anlam haritaları oluşturur. Siyaset bilimi açısından, bu durum kültürel hegemonya ile bireysel özerklik arasında salınan bir gerilim alanıdır.
Bir siyaset bilimcinin gözünden, İngilizce yazmak yalnızca konuşma pratiğini değil, aynı zamanda eleştirel düşünceyi de geliştirir. Çünkü yazmak, düşünceyi dışsallaştırır; İngilizce yazmak ise bireyi kendi düşüncesine yabancılaştırarak yeniden sorgulamaya zorlar. Peki bu süreçte, birey kendi sesini kaybeder mi, yoksa yeni bir ses mi kazanır?
Sonuç: Yazmak Bir Konuşmadır
İngilizce yazmak, yalnızca konuşmayı geliştiren bir egzersiz değil, aynı zamanda politik bir farkındalık pratiğidir. Yazarken düşünür, düşünürken konuşuruz. Her cümle, bir vatandaşlık eylemi, bir kimlik beyanı, bir ideolojik tercihtir. Dolayısıyla İngilizce yazmak, konuşmayı geliştirirken, aynı zamanda bireyi dünyayla diyalog kuran bir özne haline getirir.
Şimdi siz okuyucuya soruyorum: İngilizce yazmak sizi daha özgür kılar mı, yoksa başka bir dilin hâkimiyetine mi teslim eder? Belki de bu sorunun cevabı, yazının kendisinde gizlidir — çünkü her yazı, sessiz bir konuşmadır.